Prof. Dr. Nuran Yıldız – Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi / Sabaha karşı. Hava soğuk. Yoğun bir sis bastırmış. Hayalet şehirli film platosunun tam orta yerinde gibiyiz. Oysa şehir de yıkıntılar da gerçek.
Hatay’da hayat 6 Şubat 2023’te donmuş sanki. Ölülerimizi toplamışız gerisi kalmış.
Sislerin arasında fark ediyorum, 10 ay önce yıkık pencereden sallanan perde aynı şekilde duruyor, şehrin orta yerinde.
Ne perdeyi tutan tek bağ kopmuş ne de perde lime lime olmuş. Hayat donmuş Hatay’da. Duygular da donmuş. Yoksa katlanılabilir bir acı değil şehrin her bir köşesine, yaşayan her insanın yüreğine çöken.
Binlerce yıldır ovalara hayat dağıtan Asi Nehri’nin kıyısındayız. Saat 04.00. Hepimiz 17 dakika sonrasını bekliyoruz, öldük öleceğiz.
Öyle bir kalabalığın ortasındayım ki, acılarını toplayıp oluk oluk Asi’ye döksen o da alıp Akdeniz’e götürse. Ülkeleri aşacak kadar büyük bu nehir, acıları taşıyacak kadar büyük değil.
Acı kaç tür yaşanır bilmiyorum, acıları saymak aklıma gelmedi hiç. Hatay’da sabaha karşı toplanan bu kalabalıkta iki türlüsünü gördüm;
Az sonra nehre bırakacakları çiçeklere sımsıkı sarılarak, sessizce içine içine ağlayanlar…
Ve ellerindeki çiçekleri gittikçe yoğunlaşan sisi yarmak istercesine havaya doğru savurarak, acılarını isyana çevirerek bağıranlar.
Kızgınlar. Kırgınlar. Kızgınlıkları da kırgınlıkları da tek bir kişiye, kuruma yönelik değil, iktidar/muhalefet topyekûn siyaset kurumuna.
Unutulduklarını düşünüyorlar. Hatay’ın depremle mücadelesi tüm afetlerle mücadelede olması gerektiği gibi siyaset üstü olmalı.
Saat 04.17. Acı çekiyoruz.
Acılar denizinde resmî törenler kısa olmalı ama uzuyor, uzadıkça sabırlar geriliyor. Empati eksikliğinden hastalanıyor çoğumuz.
Nehre çiçekler bırakılıyor. Acılar bırakılamıyor. Ölümle inatlaşmanın adı değil miydi çiçekler?
Daha birkaç saat önce Saray Caddesinin ayakta kalan tek tük duvarlarına çizilen günebakan çiçekleri geliyor aklıma.
Hep hayata doğru dönmüyorlar mı yüzlerini? Hemen yanlarında Neşet Ertaş’ın “Ah Yalan Dünya” yazmıyor muydu?
Yürüdük sisleri yırta yırta. Rana Apartmanı’nın önüne geldik. Hani hiç kimsenin sağ çıkamadığı o apartmanın enkazı üzerine yüzlerce mum yakılmış.
Zihnime kalın bir çiviyle çakılacak kadar güçlü bir görüntü.
Hemen önünde abisiyle yengesinin fotoğrafını ellerinde tutan İsmail Bey. Deprem olur olmaz İskenderun’dan yola düşmüş.
Rana Apartmanına vardığında apartman artık orada yokmuş. Abisiyle yengesine kendi çabalarıyla 6 gün sonra ulaşabilmiş. Belden aşağısı kolonların altında kalmış 17 yaşındaki çocuğun “Acıktım” deyişini hiç unutmamış.
“Sonra öldü zaten” diyor, “Yüzünü bir saniye bile unutmuyorum.”
Unutulunca ölüyoruz da unutunca da ölüyoruz.
“Unutursan ölürüz” cümlesini hafızamdan bulup çıkarıyorum.
Hakan Evrensel’in “Nefes: Yer Eksi İki”de duymuştum geçen ay. Askerleri şehit düşen komutanın ağzından dökülüyordu.
Hataylının dilinde donup kalmıştı bu iki sözcük.
6 Şubat’tan bu yana herkes Hatay’ı unutmuş.
Hangi dünya titizi kadının özenerek yıkayıp, ütüleyerek astığı o perdeler yıkık pencerelerden toz toprağa bulanmış sarkmaya devam ediyor.
Tek bir halkasıyla tutunuyor, pencereye. Hataylıların hayata tutunuşu gibi.
Asıl unutursan ölürüz halbuki. Unutma.