İşte Murat Ülker’in kaleme aldığı o yazı;
Benim Boğaziçi aşkım 10lu yaşlarımda Boğaziçi’ne taşınmamızla başlar. Babam önce satmıştı Göztepe’deki evi ve bahçeyi; sorduğumda bana, Bisküvi Oldu, demişti. Belli ki işe para koymak gerekmişti. Ama zaten bizim bahçe de Erenköy’den Kadıköy’e kadar bütün Anadolu Yakası’nı saran “apartman furyasının, yap-satçıların” kurbanı olmuştu. Bahçemiz artık paylaşılmaktaydı etrafımızı saran apartman komşularımızın meraklı bakışlarıyla… Pek de huzurumuz kalmamıştı.
Neyse akabinde birkaç sene içinde annemle babam anlaştılar, bir yazlık almaya. Şimdi bizim oturduğumuz annemin evinin arsasını alıp yaptırmıştı babam, pek büyük değildi ama üç aile annemler, ablamlar ve ben evlenince torun torba sığışmıştık. Şimdi ise sadece biz kaldık, devran dönüyor…
Annemin evi diyorum, babam hep annemin üzerine yapardı oturduğumuz evi ve bize de öyle tembih etmişti. Malum dünyanın bin bir türlü hali var.
Evin arsasını alışımıza sebep olarak, eski Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu beyin eşi Peruzat hanımın taze ikram ettiği kahve yeterli olmuştu annemi iknaya, bir de tabii bizden söz almıştı, arkadaş çağırılıp evin düzeni çığırından çıkarılmayacaktı.
Ben de balıkçılığa böyle başlamıştım. Evin önündeki “Maskara” akıntısında kepçe, sepet, her türlü olta takımı, evdeki çatallardan yapılmış zıpkınla bile balık avlardım. Ama önce imtihanı geçmem gerekti: Babam, balık tutarken mutlaka denize, akıntının içine istemeden düşeceğimden emindi ve bana antrenman şartı getirmişti. Neyse bir kaç hafta sonra ben hazırım dediğimde, kendisi rıhtımda cankurtaran rolünde hazır, ben akıntıya atladım ve yüzerek komşunun rıhtımından çıktım. Fakat babamın ikna olması için bunu birkaç kere tekrarlamam gerekti. Her zaman ki gibi yine haklıydı babam; bir kere boğazın suyu çok soğuktu ve atladığınızda tüm vücudunuza iğneler batmış gibi oluyordunuz, ikincisi denizden yükselen o rıhtımların görüntüsü ürkütücüydü, üçüncüsü ise hiç vakit kaybetmeden bir anafor veya aynaya kapılmadan süratle hedefe yüzmeliydiniz. Aksi takdirde akıntı size galebe çalardı. Tabii babam haklıydı yine, ben rıhtımda balık peşinde koşarken her yıl defalarca denize düşer çıkardım, hatta kar yağarken bile düşmüştüm.
Balıkçılık tutku işidir. Bir kere sandalda olta tutan parmaklarım donmuştu da ancak diğer elimle açabilmiştim ve akabinde zatürre olmuş, günlerce yatmıştım. Keza balığı takip gerekir, tüm sandallar bir akıntı burnundan diğerine koşarcasına gider ve sanki yer kapardık. Sonra denizde balık kaç kulaçta, ya bir arkadaşınız tüyo verecek ya da dipten yukarı tarayacaksınız. Hangi olta takımı, iğne, yem cinsi de pek mühimdir. İlk uzun olta takımını bir balıkçı kahve sohbetinde keşfetmiştik. Motorumuz yokken sadece kürekle bir kaç senem geçmişti. Bu babamın ısrarı idi, tekamülün tüm basamakları teker teker çıkılacaktı. Ama o zaman nasıl Yeniköy’e uzun olta atıp kofana tutmaya gidilecekti. Boğaz sularının orta yerine çıkar, kuzeye giden bir gırgır botuna ip atar ve çektirirdik kendimizi, maharet isterdi; süratle giden gırgıra meramınızı anlatıp ip atıp o kadar yolu beleşe gitmek… ama değerdi.
Balıkçılıkta para da vardı. Kilolarca gümüş balığı tutardık zamanında ve bir çavalye dolusu balık için iki bin lira aldığımız olurdu. 70li yıllarda iyi bir aylık maaştı. Balıkhaneden Şehir Hatları Vapurunun su seviyesinin altında kalan 3. mevkiinde dönerdik. Malum cebimizde para vardı, ama balık kokan üst başımızla diğer yolcuları rahatsız etmeye hakkımız yoktu.
Ben okul filan derken balık tutkumu sürdüremedim. Belki de iyi olmuş. Zira deniz insanı yıpratıyor, birçok balıkçı arkadaşım rahmetli oldu. On yıl filan oluyor, çocuklar olta alalım, balık tutalım deyince, rıhtım boyu yürüdük, olta takımı satanlarla sohbette, tanıdık bir yüz gördüm fakat pek ihtiyardı, sordum; artık balığa çıkmıyormuş, deniz yıpratıyormuş. Kimse var mı bildiğin dedim, bizim evi işaret edip, Murat vardı ama nerede bilmiyorum dedi, diyemedim benim o, sanki hayat içinde hayat yaşamıştım!
İşte sergiyi gezerken hatırıma gelenler…